Joachim Zelter, Amerika Mektupları, çev. Regaip Minareci (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007)

Akademi hakkında ciddi sorgulamalara gittiğim bir dönemde, Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Serisinden çıkan Amerika Mektupları kitabı bana ilaç gibi geldi. Zelter bu kitapta kapitalizm/modernite/endüstriyelleşmeden kültürel yozlaşmaya birçok şeyin eleştirisini yapıyor ama beni en çok etkileyen kısmı akademiyi, profesörleri, üniversite bürokrasisini, entelektüelleri, içinden çıkılmaz post-modern söylemleri ve akademik düzen için “elzem” görülen hiyerarşik yapılanmayı tiye alıp hikâyenin sonlarına doğru absürdün zirvelerine çıkartıp bir nevi anlamsızlaştırması oldu. Uzun zamandır bir kitabı okurken böyle içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kitap hala İngilizceye çevrilmediği halde Türkçe çevirisinin bulunması ise bir lütuf.. Türkiye okuyucusu tarafından pek tanınan bir yazar olduğu söylenemez Zelter’in ama Ayrıntı yayınlarının kampanyası kapsamında bu kitabın 3 liraya satılıyor olması popülerliğini artırabilir belki. Kitap hakkında biraz ayrıntılı yazdım, bazıları için “spoiler” niteliği taşıyabilir ama inanın ki kitap birçok şey hakkında olduğu ve sıradan hikayeler gibi tek bir aksiyon çizgisinin üzerinde ilerlemediği için burada yazdıklarımın romanın büyüsünü bozacağını sanmıyorum.

Kitap, anlatıcının hocasının odasında asılı duran ve kendi çizimi olduğunu ileri sürdüğü bir “Ortacağ, Dünya Bilgi Haritası”nın tasviriyle açılıyor. Sırf bu haritanın tasviri bile Zelter’in komik unsurları sadelikle ve soğukkanlılıkla okuyucuya iletme konusundaki zekâsına hayran bıraktı beni. Bu harita evrenin hiyerarşik yapılanmasını ve bu yapılanma içerisinde akademin konumunu betimlemektedir: en üstte Tanrı, yedi gökyüzü ve gezegenlerden sonra üniversite konumlandırılmıştır ve çeşitli ayrıntılarla renklendirilmiş harita, unvanlarına göre derecelendirilmiş profesörlerden yüksek lisans asistanlarına ve zavallı sıradan lisans öğrencilerine, en altta da okul çalışanlarına dek uzanır. Aslında bu harita tamamen anlatıcının zihnindedir ve etraftakilerin üniversitede okumanın “anlamsızlığına ve gereksizliğine” dair sarf ettikleri sözcüklere açıklama getirebilmek amacıyla uydurulmuştur. “Üniversitede ne okuyor? Bu ne şimdi? Ne işe yarar? Hiçbir şeye! Bu nedenle aile toplantılarında dünya bilgi haritasını açıp, üniversitenin ayrı bir dünya olduğunu ve bu dünyada neler başardığımı onlara anlatıyordum.”[1]

Bir gün doktora danışmanı ile yaptığı görüşme sırasında profesörün onu zorla Amerika’ya göndermek istediğini öğrenir. Bu konuda düşünmesine fırsat bile kalmadan profesör onun yolunu çizmiştir: Amerika’ya gitmesi kariyeri açısından çok önemlidir, Amerika başka hiçbir ülkenin sağlayamayacağı fırsatları onun ayağına serecektir. Bu görüşmeden sonra anlatıcıya Amerika’dan birtakım imzasız mektuplar gelmeye başlar. İlk başta sıradan bilgilendirme mektupları gibi görünen bu yazılar daha sonra kimliği belli olmayan birinin gönderdiği ve kendi Amerika hikâyesini anlattığı e-postalara dönüşür. Bu e-postalar aracılığıyla asıl hikâye içinde başka bir hikâyeye doğru çekiliriz ve anlatıcının da gitmek üzere hazırlandığı o ünlü Amerikan üniversitesinde daha önce bulunmuş olan şahsın gerçeküstü ve karanlık hikâyelerini dinlemeye başlarız. Amerikan kültürüne yönelik bütün eleştirilerini sıralamaya başlar bundan sonra yazarımız. Aşırı endüstriyelleşme sonucu betonlaşmış ve doğal öğelerin yok olduğu sıkıcı bir şehirde yaşamanın getirdiği kısıtlılık, İngiliz ile Amerikan İngilizcesi arasındaki farklılıkların yarattığı trajikomik sorunlar, Amerikan eğitim sisteminin dil eğitimine yönelik tutumu, üniversitelerin hayattan kopartılmış/izole edilmiş fildişi kuleler haline getirilmesi, post-modern söylemlerin zıvanadan çıktığı durumlar, Amerikalıların aşk kavramı, bir Avrupalı olarak Amerika’da anlaşılamama/uyum sağlayamama durumu, magazin dünyası… Hepsi Zelter’in elinde abzürdün egemen olduğu, saçmalığın hat safhaya ulaştığı bir karabasana dönüşüyor ve okuyucuyu da içine çekiyor bu anlaşılmaz karabasan. Olaylar ve kişiler birbirine dönüşüyor ve karışıyorlar. Dikkatli okuyucular için bu karabasanlardan çıkartılacak birçok satirik öğe vardır. İşin komik tarafı da roman boyunca bunca saçma öğeyi gerek Zelter’in karakterlerinin gerek de okuyucunun büyük bir soğukkanlılıkla  ele almaktan ve bütün olanlardan anlam çıkarmaya çalışmaktan vazgeçmemesi..

Bu üniversitedeki herkesin Schwartz isimli gizemli bir profesöre olan takıntılı hayranlığından, gerek öğrencilerin gerek diğer profesörlerin onun her dediğini sorgusuz sualsiz kabul etme eğiliminden bahseder anlatıcı. Bu tanrısal Schwartz karakteri “Felsefenin Parmağı Hakkında” isimli bir tez yazmıştır ve gerek bu tezin içeriği gerekse de karakterin kimliği hikâyenin sonuna kadar önemini ve gizemini korur; kitabın sonunda ise kafa karışıklığı ve kimlik karmaşası ile bezenmiş, her an patlamaya hazır bir bomba olan absürd anlatının zirvesine oturur Schwartz. Gerçekten Schwartz diye biri var mıdır yoksa kendisi bir hayal ürünü, post-modern bir ideal, metnin arkasına saklanmış/metin dışında var olamayan bir yazar imgesi midir? Kanımca  Zelter, Schwartz tiplemesiyle post-modern edebiyat kuramlarında sıklıkla bahsi geçen “yazarın ölümü” kavramını aktarmak istemiş olabilir. Görülemeyen, tam anlamıyla bilinemeyen, kendi yarattığı dil hapishanesine/kulesine hapsolmuş, kendini sadece metinleriyle ifade edebilen bir varlık belki de Schwartz… Bunun yorumu okuyucuya kalmış.

Kitabın en sevdiğim sahnesi/karakteri üniversitenin bahçesinde yağmur çamur, rüzgar soğuk demeden hasta oluncaya kadar anlatıcının “telefon rehberi” zannettiği bir listeden birtakım insanların isimlerini sabah akşam okuyan kadın oldu.. Kadın 1944’te Auschwitz’de hayatını kaybeden insanların isimlerini okuyordu herkesin unutkanlığına meydan okuyarak.

Son zamanlarda okuduğum hem en eğlenceli hem de en yoğun metinlerden biri diyebilirim. 143 sayfalık kafa karıştırıcı bir dil çıkmazı…

“Her etik sadece belli bir dil yarasının, yüksek sesle söz alan dil yarasının adıdır; bu dil yarası sözde tüm dünya adına konuşmaktadır, ama gerçekte sadece tüm dünyayı bu bir tek dil yarası için kullanmaktadır. Böylece her etik gürültü kopararak fark edilmemiş sayısız beden ve ceset üzerinden ilerleyişinin izinden basıp geçer; gözünde tek bir yaralanma vardır, o da gizli toplu mezarlara ait çizmelerinin altındaki çamurdur. Bir etiğin boyutu ve kapsamı arttıkça, dışında kalan insanların sayısı artar. Dünya tarihi, dil yaraları ve etiklerin sürekli tırmanışıdır: etik çığlıkları atan yaralanmalar ve yaralanmış etikler. Her büyük etiği ondan daha büyük bir katliam izler; her katliamı daha büyük etik ve böylece uzayıp gider, ta günümüze kadar… Kaçış yolu yoktur.”[2]


[1] s. 11

[2] s. 140