Wilfred Owen 1893-1918 yılları arasında yaşamış, 1. Dünya Savaşı sırasında (ateşkes imzalanmadan hemen hemen bir hafta önce) hayatını kaybetmiştir.. Savaşın gerçek yüzünü açığa vuran, cephede yaşam mücadelesi veren askerlerin yaşadığı gerilimi ve dehşeti kendi deneyimlerine dayanarak betimleyen şiirleriyle ünlüdür. Savaşa dair bütün millyetçi ve vatanperver söylemlerin ötesinde durur ve ben-öteki, dost-düşman ayrımına girmeden, cephede savaşı birebir yaşayan askerin ağzından savaş deneyiminin vahşetini aktarır.

Gerek kitap olarak gerekse internet ortamında Owen’ın savaş karşıtı şiirlerinden hiçbirinin Türkçe çevirisinin bulunmaması üzücü bir durum. Oysa ki bu şiirler anlattıkları hikayeler dolayısıyla güncelliğini kaybetmiş değil. Bu sebeple Owen’ın şiirlerinin en meşhuru olan “Dulce et Decorum Est” nin kendi çapımda mütevazı bir çevirisini yapmaya çalıştım.. Herhangi bir şiirinin çevirisinin Owen’ın kafiyelerinin ve anlatısının ahengi yanında cılız kalacağının farkındayım, yine de denemeye değer.. Şiirin orijinali ve çevirisi aşağıda..

Dulce et Decorum est

Bent double, like old beggars under sacks,
Knock-kneed, coughing like hags, we cursed through sludge,
Till on the haunting flares we turned our backs
And towards our distant rest began to trudge.
Men marched asleep. Many had lost their boots
But limped on, blood-shod. All went lame; all blind;
Drunk with fatigue; deaf even to the hoots
Of disappointed shells that dropped behind.

GAS! Gas! Quick, boys!– An ecstasy of fumbling,
Fitting the clumsy helmets just in time;
But someone still was yelling out and stumbling
And floundering like a man in fire or lime.–
Dim, through the misty panes and thick green light
As under a green sea, I saw him drowning.
In all my dreams, before my helpless sight,
He plunges at me, guttering, choking, drowning.

If in some smothering dreams you too could pace
Behind the wagon that we flung him in,
And watch the white eyes writhing in his face,
His hanging face, like a devil’s sick of sin;
If you could hear, at every jolt, the blood
Come gargling from the froth-corrupted lungs,
Obscene as cancer, bitter as the cud
Of vile, incurable sores on innocent tongues,–
My friend, you would not tell with such high zest
To children ardent for some desperate glory,
The old Lie: Dulce et decorum est
Pro patria mori.

8 October 1917 – March, 1918

———————————————————————————————–

Tatlı ve Şereflidir

İki büklüm, çuval giymiş yaşlı dilenciler gibi,
Çarpık bacaklı, acuzeler gibi öksürerek, küfürlerle geçtik içinden çamurun
Başımıza musallat olan roketlere sırtımızı çevirene kadar
Ve uzaktaki çadırlarımıza doğru yürümeye başladık yorgun.
Adamlar yürürken uyukluyordu. Birçoğu botlarını kaybetmiş
Ama topallamaya devam ettiler, kan-nallı. Hepsi sakatlandı; hepsi kör;
Yorgunluktan sarhoş; arkalarında patlayan yorgun, kendilerinden üstün çıkmış
mermi kovanlarının uğultularına bile sağır.

GAZ! Gaz! Acele edin, çocuklar! – El yordamıyla o sakar gaz maskelerini
Takmanın mutluluğu tam zamanında;
Ama hala bağırıp tökezliyordu biri,
Ateşin ya da kirecin içinde bocalayan bir adam gibi boşuna…
İçinden loş, dumanlı camların ve yeşil ışığın,
Yeşil bir denizin dibindeymişim gibi, gördüm onu boğulurken.
Bütün rüyalarımda, önünde çaresiz bakışlarımın,
Bana doğru atılıyor, oluk-oluk, tıkanıyor, boğuluyor.

Bazı duman-altı rüyalarda, yürüyebilseydiniz siz de
Onu içine fırlattığımız vagonun arkasından,
Ve izleyebilseydiniz debelenen beyaz gözlerini yüzünde,
Sarkmış suratını, sanki bıkmış bir şeytan günahlardan;
Duyabilseydiniz, her sarsılışında, oluk oluk gelen kanı
Köpükle tahrip edilmiş ciğerlerinden,
Kanser gibi müstehcen, gevişi kadar acı
Masum dillerdeki hakir, dermansız yaraların,
Dostum, bunca keyifle söyleyemezdiniz,
Umutsuz bir zafere heves eden çocuklara
O eski yalanı: “Tatlı ve Şereflidir
Ölmek Vatanın İçin.”
(Dulce et Decorum est Pro Patria Mori)

Şair: Wilfred Owen
Orijinal İsim: Dulce et Decorum est
Çeviri: herkesinhikayesi

Murakami’yi ve yazdıklarını az da olsa bağlamsallaştırabilmek amacıyla başladığım bu yazı dizisi girift tarihsel mevzulara dalınca işler çığırından çıktı. Bir türlü “anlayamadık” Murakami’yi böylece… İşin enteresan tarafı Murakami’nin kitaplarını anlamlandırabilmek için Japonya tarihine ya da kültürüne hakim olmanız gerekmemesi. Tam tersine Murakami kitaplarında o kadar Amerikanvari/batılılaşmış karakterlerden ve yaşamlardan bahsediyor ki, hikayelerin Japonya’da geçtiğine inanmak çok güç. Bu yüzden de çoğu zaman okuyanları hayrete düşürüyor Murakami: “Neden kitaplarında kimonolu geyşalar yok?” Kimonolu geyşalar hızla modernleşen Japonya’nın bugününde yer almadığı ve Murakami nostaljiden çok şimdiki zamanla ve şimdiki kuşağın dertleriyle daha ilgili olduğu için bence.

Kitapları dünya çapında nasıl bu kadar ünlenebildi?  Sadece Japonya’nın  geçtiği tarihsel süreçlerden etkilenen kitaplar yazsaydı belki de bu kadar kısa sürede böyle büyük bir başarı yakalayamazdı. Kitaplarında, çeviri olarak okunduklarında bile, farklı dillerden ve kültürlerden insanlara hitap edecek birçok özellik var. Bu özelliklerden en göze batanı da sürekli geri/geç kalmışlık hissiyatı içerisinde bulunan ve bu yüzden “ideal” bir modernleşme projesini fast forward olarak uygulamaya koymaya çalışan bir toplumda yaşayan bireylerin çıkmazlarından bahsetmesi. Sırf Japonya bağlamında değil, dünyanın herhangi bir “endüstriyelleşmiş-batılı”,  ya da en azından “batılılaşmaya çalışan” coğrafyalarında da anlamlı kılınabilir eserleri.

Yaban Koyununun İzinde‘nin ana karakterine baktığımızda, hikayenin başında toplumsal sorunlardan elini ayağını çekmiş, eski karısıyla ve yeni kız arkadaşıyla yaşadığı ilişkide bile empati kurmayı pek beceremeyen yalnız, boşlukta, hayattan tam anlamıyla zevk alamayan bir adam görüyoruz. Aynı zamanda nihilist bir damarı da vardır. Bu adam ilk bakışta hem çok sıradan, tanıdık ve ulaşılabilir hem de zaman zaman oldukça apatetik/duyarsız, bu yüzden de okuyucunun karakterle özdeşleşmesini zorlaştıran türden. Anlatımın en yoğun olduğu bölümlerde bile karakterin duyarsızlığı ve hayatını anlamlandırma konusundaki yüzeysellikleri ve sıkkınlığı göze çarpıyor. Yine de karakterin anlatıcı konumunda olmasından kaynaklanan bir sıradışılık, yerine oturmayan bir taş ya da gevşek bir çivi gibi “sıradanlığını” bozan bir durum da söz konusudur. Hikaye ilerledikçe doğaüstü olaylarla bezenmiş bir arayışa-yolculuğa-kovalamacaya sürüklenen karakterin değişimine – kendisiyle yüzleşmesine ve iç çatışmalarına- tanık oluruz. Sıradışı birtakım başka karakterlerle ilişkilenişi sonucu ana karakter aslında kendi elinde olmadan/zorla sürüklenir bu kovalamacaya ve değişim başlar. Murakami’nin bu tarz karakterlere eğilimini Japon toplumunun bugünkü durumunda arıyorum..

Japonya’nın hep disipline, aile ilişkilerine ve ortak çalışmaya önem veren çok çalışkan bir toplum olduğu olduğu söylenir. Özellikle savaş sonrası dönemde hızlı kalkınmaları ve endüstriyelleşmeleri bu insan-üstü ve kooperatif çalışma temposuna bağlanır ve alkışlanır. Bu tarz bir çalışma etiği beraberinde kişinin toplumdan, ailesinden ve kendisinden uzaklaşmasını da getirmiştir kuşkusuz. Tetsuo Kogawa’ya göre Japonlar günün yarısından fazlasını çalışarak geçirdikten sonra kendilerini odalarına kapatarak televizyon izlerler ve aileleriyle ilişkileri gittikçe kötüleşmektedir. “Japon mucizesi” olarak nitelendirilen bu sürecin gittikçe mekanikleşen/otomatlaşan insanların sınırlarını zorladığı, insanlar arası iletişime ket vurduğu ve bireyleri yalnızlaştırarak duyarsızlaştırdığı söylenebilir. Kogawa özellikle 1950’lerde birçok Amerikan malının Japonya’ya akmasıyla, toplumun tüketime odaklandığını ve gittikçe bireyselleştiğini belirtiyor. Amerikan ideali üzerinden yeşeren bu yeni bireyin Japon halk geleneğinden neredeyse tamamen kopmuş olduğunu da ekliyor. Zira Murakami’nin YKİ’de çizdiği beyaz yakalı-yuppie karakterinde de bu izlerin hepsine rastlanabilir. Mekanlara dair açıklamalar olmasa bu karakter Tokyo’da mı yaşamaktadır, New York’ta mı kestirmek çok güç hale gelmektedir.

Tam da zamansız, yersiz-yurtsuz, köksüz, geleneksiz-tarihsizmiş gibi duran, dünyanın hangi batılı şehrine koyarsanız koyun “uyum sağlayabilir” nitelikleri taşıyan bu tarz karakterlerin genel olarak modernleşme projelerinin bugün bizi getirdiği noktalara ve özelde Japon modernleşmesine dair önemli çıkarımları olduğu kanısındayım. Bu açıdan da bir çok batılı ülkede de ünlü olmasına rağmen, Murakami’nin karakterlerinin Türkiye gibi arada kalmış bir bağlamda daha anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Her ne kadar kitaplarında açık seçik olarak tarihsel ve politik olaylardan bahsetmese de, özellikle Yaban Koyununun İzinde‘de, birçok politik gönderme olduğunu düşünüyorum. En önemlisi de Murakami’nin karakterlerinin hemen hemen her zaman ’68 kuşağına mensup -büyük ihtimalle orta sınıftan gelen- gençler olması. Devrime inanan, okul işgalleri gerçekleştiren, birçok gösteriye katılan bu gençlere ne olmuştur? Murakami’ye göre onlar – kendisi de dahil olmak üzere- idealist olmasına idealisttiler ama devrime gerçekten inanmıyorlardı. Ben Murakami’nin bunu devrim heyecanının dindiği ve etrafındakilerin umutsuzluğa kapılmaya başladıkları anda kendi inançlarını hiçe sayıp yollarını bulmak için sistemin çarklarında birer diş olmayı kabul ettiklerini gördükten sonra düşünmeye başladığına inanıyorum. Kendi arkadaşlarının bile nasıl yan çizdiğini – çoğu zaman büyük şirketler için günün yarısından fazlasını çalışarak geçirerek- görüp umutsuzluğa kapılan, hem kendini hem de etrafındaki devrimcilerin içtenliklerini sorgulamaya başlayan bir Murakami’ydi büyük ihtimalle böyle konuşan.

Zira YKİ’nin kahramanı da zamanında böyle bir yol izlemiş görünüyor ki ortağı bir gün ona telefon edip küçük bir çevirmenlik ofisleri varken daha çok para kazanma hırsıyla/ya da herkes öyle yapıyor diye işlerini büyüterek, bir reklam ajansı kurarak yozlaştıklarını, artık kendileri olmadıklarını ve birbirlerine karşı samimiyetlerini de kaybettikleri söylüyor. Kahramanımız ne kadar “işi büyütmek senin fikrindi” dese de işi kabul edip semeresini yediği için kendisi de “normallik”ten nasibini almış oluyor aslında. Kendini alkole veren ortağı için şöyle diyor kahramanımız: “Everyone thought of him as a nice-enough, regular-if-not-exactly-sharp kind of guy. He thought so too. It seemed that with alcohol in his system, he could more fully embody this idea of being that kind of guy.”  (45) Yani oldukça sıradan bir adam olan ortağı ancak yeteri kadar alkol tükettiği vakit kendini kabul edebiliyor ya da şu anki sıkıcı kendisi olduğunu unutuyor.

Ortağı sömürüden, yozlaşmadan, kendisi gibi olamamaktan, kendini satmaktan, sıkılmaktan, ruhsuzlaşmaktan, hayattan kopmaktan bahsederken kahramanımız inanılmaz soğukkanlı bir biçimde sömürünün, yozlaşmanın her yerde olduğundan, zaten dürüst hiçbir iş bulunmadığından, herkesin masumiyetini yitirdiğinden dem vurarak ortağını olayları fazla abartmakla suçluyor bir nevi. Bunları  “Herkes yapıyor biz niye yapmayalım ki? Ya da bu işi yapmazsak, bizim yerimize başka biri yapacak, o zaman biz niye yapmayalım?” gibi çıkarcı bir mantıkla söylediği düşünülebilir ama bence karakter bunları daha çok ümitsizlikten, daha nihilist bir bakış açısıyla söylüyor. Yine de hikayenin başında kendi gerçekliğiyle yüzleşmeye hazır, kendi konumunu eleştiren bir karakterden bahsetmek zor görünüyor.

Düşüdükleriyle pratikleri uyuşuyor olmalı ki Murakami hiçbir zaman bu tarz bir beyaz yakalı olmadı, fazla ünlenmek hoşuna gitmedi, bunun üzerinden prim yapmaya çalışmadı, toplumun baskıcı ve kısıtlayıcı normlarına uyum sağlamak zorunda hissetmedi, hayatını kendi inandığı şekilde yaşamaya özen gösterdi.

Edebi eserler ne kadar hayal ürünü olsa da, gerçek hayattan nemalandıklarını inkar edemeyiz. Murakami’nin karakterleri de işte bu sosyal durumlar çevresinde şekillenmiş kişilerdir. Hikayelerinde arayışlara, gizli depresyonlara ve en önemlisi de modern insanın gittikçe büyüyen ruhsal boşluklarına yer verir. Murakami modern Japon kentlerinin birer beton yığını haline gelmesinden, insanların kopukluğundan, ruhsuzlaşmasından, çıkar hissiyle donanmasından bahsederken Amerikan ideali üzerine kurulmuş bu çarpık modernleşmeyi eleştirir ama bu batıyı tamamen reddetmek anlamına gelmez onun için. Tam tersine Murakami özellikle batı edebiyatına ve müziğine tutkuyla bağlıdır ve kitaplarının hemen her sayfasından The Doors, The Beatles, Fitzgerald, Hemingway gibi isimler akar. İngiliz ve Amerikan Dili ve Edebiyatı okumasının etkisi olmuştur kuşkusuz bu tutkunun gelişmesinde. Ama söylediklerine göre anne babasının Japon Edebiyatı’na odaklanmaları ve sürekli bu konuda konuşmaları bıktırmıştır onu; bir nevi isyandır, ailesinden ayrı benliğini ve beğenilerini geliştirebilme çabasıdır Murakami’nin İngiliz ve Amerikan edebiyatlarına yönelmesi diye düşünüyorum.

Yani anlayacağınız Amerikan ideali üzerine temellendirilmiş modern Japon toplumunu ve kapitalist dünya düzenine ayak uydurabilmek için geliştirdikleri çalışma etiğini eleştiren Murakami, bir yandan da buram buram ’68 kokan batı müziğine ve klasikleşmiş edebiyat eserlerine olan ilgisini açıkça gözler önüne seriyor. Bu bir çelişki mi sizce? Murakami neden hemen hemen hiçbir zaman Japon halk kültüründen bahsetmiyor – ya da bahsediyor ama bunlar Japonya’ya yabancı olan birinin gözüne çarpacak kadar aşikar değil? İlla da bahsetmesi gerekir mi? Acaba Japon edebiyatında bu Murakami’ye has bir durum mu, o bir istisna mı? Bunu anlamak için başka Japon yazarlarla da haşır neşir olmak lazım geliyor..  Bir sonraki yazıda Yaban Koyununun İzinde’deki ana temalara, olaylara ve karakterlere odaklanacağım ve sonunda seriyi bitireceğim umuyorum.

KAYNAKLAR:

Haruki Murakami: Acayip Bir Japon : Çok güzel, her şeyi derleyip toparlayan bir yazı.

Japan as a Manipulated Society

Storyteller Murakami Plumbs Depths of the Soul

1968 in Japan: The Student Movemet and the Workers’ Struggles

Paul Sminkey Japon halkının Amerikan işgali karşısındaki tepkilerinin edebiyata yansımasını incelediği makalesinde, savaş sonrasında Amerikan ekonomik yardımları ile ayakta duran Japonya için Amerikan işgalinin beklendiği kadar kötü olmadığını, açlık ve sefaletin kol gezdiği şehirlerde insanların çoğu zaman Amerikan yardımlarıyla hayatta kaldıklarını belirtiyor. Amerikan askerleri ile Japon halkı arasında iletişim kurulması gerektiğine dair inancın hâkim olduğu ilk senelerde, Japon halkının askerlere dair izleniminin çoğu zaman pozitif olduğunu öğrenmek şaşırtıcı geliyor. Zira savaşta ağır yenilgiye uğramış ve nüfusunun büyük bir çoğunluğunu olduğu kadar şehirlerini de kaybetmiş bir halkın gerek işgale gerekse Amerikan askerlerine karşı koyacak gücü kalmadığını da eklemek lazım. Savaşın bitmesinden memnun ve yaralarını saran bir halk için en temel şey yaşamını sürdürmektir ve Amerikan askerlerinin buna yardımcı oldukları sürece tepki görmemeleri olağan karşılanabilir. Nitekim işgalin sonraki yıllarında Japonlar artan kısıtlamalar, şiddet olayları ve Japon seks işçileriyle olan ilişkileri sebebiyle Amerikan askerine kuşkuyla yaklaşmaya başlamışlardır.

Sminkey incelediği edebi eserlerde, belki de işgalin ikinci yarısının bıraktığı izin etkisiyle, Amerikan askerlerinin genelde negatif olarak lanse edildiğini söylüyor. Bu hikâyelerde Amerikan askeri şiddet kullanmaktan çekinmeyen ve fırsat buldukça Japonları aşağılayan ya da Japon kadınlarına askıntılık eden bir unsurdur. Zira yaşanan kötü olaylarda suç Amerikan askerlerinden ziyade güçlü pozisyonlarda bulunan Japon elitlerinde aranır. Dil ve kültür farklılığından kaynaklanan yanlış anlaşılmalar da kötü olaylar yaşanmasına sebebiyet verir. Japon yazarlar en çok da kendi çıkarları için Amerikalı liderleri manipüle etmeyi amaçlayan ve halkı savaşa iten Japon liderleri ve imparatoru eleştirmişlerdir. Sminkey incelediği hikâyelerde Amerikalıların negatif özellikleri üzerinde durmak yerine yazarların Japon halkının hislerine tercüman olmayı amaçladıklarını belirtir. Yazarlar daha çok halkın duyduğu utanç, yetersizlik ve güvensizlik hisleri üzerinde durur ama Amerikalılara karşı açık bir başkaldırının emaresi yoktur hikâyelerinde.

Amerika’nın Japonya ve Irak işgalini karşılaştıran bir araştırmaya göre Amerikan askerlerine tepki gösterilmemiş olması Japonya işgalini farklı kılan özelliklerden biri. İnkılâplar ne kadar üstten inme olsa da, bu konuda yazılan yazıların birçoğunda devrimden Japonlara “verilmiş, bahşedilmiş” bir nimet olarak bahsediliyor. Bu konu üzerinde bu kadar durmamın sebebi  bugün bir yandan oldukça Amerikanlaşmış bir toplum izlenimi yaratan Japonya’nın bir yandan kendine has özelliklerini koruması altında yatan çelişkilere ve çatışmalara dair genel ve tarihsel bir arkaplan oluşturmak.  Zira ulaşabildiğim İngilizce yazılarda devrimin “bahşedilme” durumuna karşı Japonların açıkça tepki gösterdiğine dair pek fazla belirti bulamadım. Ama bu beni çatışmaların ya da çelişkilerin olmadığına inandırmadı.

Japonya’da işgal döneminin akademik ortamlarda daha rahatça tartışılması (kaynakların da ulaşılabilir hale gelmesiyle) ise 70’li yıllara rastlıyor. Bundan önceki yıllarda, işgali kolayca kabullendikleri için suçluluk ve utanç duyan bir neslin işgal döneminin tarihine farklı bir bakış açısıyla yaklaşamadıklarını okudum. Bu konuda 70’li yıllarda ve sonrasında yazılan kitaplarda ise Amerikan işgali sonucu Japonya’da sağlamlaştırılmak istenen modernleşme modelinin Japonya’nın sosyo-ekonomik ve kültürel yapısıyla çok da uyuşmadığı, işgal döneminde ve sonrasında birtakım çatışmalar yaşandığı, bu yüzden de ne kadar “uyumlu/başarılı” olarak nitelendirileceğinin eleştiriye açılması gerektiğine dair birtakım görüşler yer alıyor. Yaşanan çatışmaların doğasına dair pek fazla bilgi edinemedim zira bu konudaki eleştirel yazıların çoğu Japonca, ya da kitaplara benim ulaşmam mümkün değil. Ama kanımca Türkiye’de cumhuriyet dönemi inkılâplarının tesis etmeye çalıştığı modernleşmenin çarpıklığına ve tekdüzeliğine dair eleştirilerin son 20 yılda çok daha yoğun bir biçimde yapılmasını andırıyor durum.

Amerika’nın Japonya’yı işgalindeki tek amaç ülkeyi silahsızlandırmak ve demokratikleştirmek değildi kuşkusuz, ülkedeki ekonomik düzenin değişmesini ve bu yeni ekonomik düzene uyum sağlamayı kolaylaştıracak bir politik kültürün yerleşmesini istiyordu. Bu değişim-uyum sağlama sürecinin “beklenmedik-istenmeyen” sonuçlarına ise inkilaplara umutla bakan nesilden çok savaş sonrası doğan, Murakami’nin de dahil olduğu jenerasyonun katlanmak zorunda kaldığını tahmin edebiliriz.

Bir sonraki yazıda Japonya’nın hızla endüstriyelleşmek ve kapitalist sisteme entegre olmak için geliştirdiği yoğun çalışma etiğinin ve Japon toplumunu ele geçiren “Amerikan ideali”nin birey üzerindeki etkilerine bakmaya çalışacağım.

KAYNAKLAR:

Recent Works on the American Occupation of Japan

An Analysis of Japanese Attitudes During the American Occupation as Seen Through Post-War Japanese Literature

Yaban Koyununun İzinde küçük okuma grubumuzda gayet verimli bir tartışmaya zemin sağladı; bence Murakami’nin bütün kitapları bir okuma grubuyla okunmalı ve tartışılmalı. Konu Murakami olunca birçok farklı yorum mümkün ve kendi kendine işin içinden çıkamıyor bazen okuyucu. Hem başkasının farklı yorumlarını duydukça metnin zenginliğini kavrıyor insan ve zevkleniyor. En sevdiğim Murakami kitaplarından olmasa da okuma grubu sayesinde en severek tartıştığım Murakami kitaplarından oldu YKİ. Bu ve bundan sonraki yazılarda, YKİ hakkında yapacağım yorumların okuma grubumuzla yaptığımız tartışma etrafında şekillendiğini belirtmek istedim yazıya başlamadan.

Haruki Murakami’nin Yaban Koyununun İzinde kitabı üzerine bir yazı yazmak için oturunca fark ettim ki tek bir yazıyla yetinemeyeceğim. Ne benim Murakami hayranlığım, ne Japon toplumu hakkındaki cehaletim, ne de kitabın tartışmaya ve alegoriye açık içeriği buna izin vermeyecek görünüşe bakılırsa. Bu yüzden genel olarak Murakami’nin derdini ve özellikle de Yaban Koyununun İzinde‘yi anlamak amacıyla bir yazı dizisi yayımlamaya karar verdim. Murakami’nin hemen hemen her kitabında 2. Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunun, özellikle de kendisinin de parçası olduğu “baby-boomer” kuşağının sorunlarına değindiği bilinir. Anlatılarına hakim olan o meyus karanlığı anlayabilmek için bu kuşağın içine doğduğu ve büyüdüğü toplumsal koşullara bir göz atmak lazım gelir diye düşündüm. Bu cihetle de 2. Dünya Savaşı sonrası Japon-Amerikan ilişkileri ve modernleşme çabalarına dair küçük bir araştırma yaptım. Zira bu konu derya deniz.. Japon modernleşmesi  çok meşakatli bir konu, 19. yüzyıl Meiji dönemine, hatta 17. ve 18. yüzyıllara kadar uzanıyor.. O yüzden sadece savaş sonrası dönemden bahsetmeyi daha uygun gördüm.

***

Savaştan bitap bir halde çıkan Japonların büyük bir azimle ve beraberce çalışması sonucu kimsenin tahmin bile edemeyeceği kadar kısa bir sürede toparlanması mümkün oldu. Tarumar edilen şehirlerin nasıl bu kadar hızlı bir biçimde yeniden inşa edildiğine  şaşıp kalmamak mümkün değil. Bu süreçte Japonya komünizm karşıtı, savaş suçlusu oldukları halde yargılanmayan konservatif elitler tarafından yönetildi. İmparator Hirohito (1926-1989, Showa dönemi olarak anılır) bu elitlerin en mühimiydi kuşkusuz. Suçunu kabul etti ve General Douglas MacArthur’un da arabuluculuğu sayesinde idam edilmekten kurtularak, savaş sonrası dönemde Japon halkını birleştirici unsur olarak önderliğe devam etti. Büyük ihtimalle halkın tepkisini çekmekten korktuğu için MacArthur Hirohito’nun idamına sıcak bakmıyordu; halka ulaşmak için imparatora ihtiyacı vardı ve sembolik olarak imparatorun önemi çok büyüktü.

Hirohito 1947’de Amerikalıların elinden çıkan derme çatma anayasanın uygulamaya konmasını destekledi; böylece Japonya’da meşruti monarşi tesis edilmiş oldu. Bu dönemde Amerikalı General MacArthur Amerikan çıkarlarına uygun olan ve sonunda Amerikan demokrasisini Japonya’ya ithal edecek kararları ve adımları İmparator aracılığıyla uygulamaya koymuşa benziyor. Generale göre Japonya halen 12 yaşında bir çocuk gibiydi ve eğitilmeye ihtiyacı vardı.. Bu eğitim ise Japonya’ya merkezi bürokrasi, pasifist bakış açısı ve savaşta Japonya’nın mağdur edildiğine (agresif taraf olmadığına) dair inanışın yerleştirilmesini ve Japon milliyetçiliğinin minimuma indirilmesini içeriyordu. Japonya’ya demokrasi getirmeyi amaçladıklarını iddia eden Amerikalıların aslında yarattıkları merkezi bürokrasi aracılığıyla Japon hükümetini kontrol etme emelini güttüklerini söyleyebiliriz.

Savaşın bitiminden hemen sonra Japonya Amerikalılar tarafından işgal edildi ve yaklaşık 6 yıl boyunca da bu işgal devam etti. Japonya bağımsızlığını 1952’de kazandı. Bu süreçte Amerikalıların önderliğinde Japonya’da birçok “inkılâp” gerçekleştirildi: toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için adımlar atıldı, işçilerin greve gitmesi desteklendi, sendikalar kuruldu, basında sansür kalktıv (Amerika karşıtı ve solcu/komünist yayınlar yasaktı tabii ki), feodal sistem dağıtıldı, eğitim modernleşti vs. Samuray kültürüne dair birçok unsur da hafızalardan silinmeye çalışıldı: halk silahsızlanmaya yani Samuray kılıçlarını teslim etmeye zorlandı. Demokratikleşme ve barış yanlısı olma kisvesi altında gerçekleşen bu silahsızlandırma süreci sonunda Samuray kılıçları da Amerikalı koleksiyoncuların ellerine geçti. Japonya’nın egemen bir devlet olarak başka bir devlete savaş ilan etmesi de anayasa tarafından yasaklandı.

Silahsızlandırma hususunu yorumlayanlar arasında atom bombası gibi bir felaketle karşılaştıktan ve ağır yenilgiler aldıktan sonra Japon halkının savaştan da silahtan da nefret etmesinin normal olduğunu söyleyenler var zira bu nefretin “normal” ya da savaşın “doğal” bir sonucu olduğunu söylemek doğru olmaz. Özellikle Japonya gibi Samuray geleneğinden gelen ve savaşmanın onurlu bir mesele olarak görüldüğü bir ülkenin yenilgiyi kabullenmesi ve silahlarını yabancı bir güce teslim etmesi kolay olmamıştır. Türkiye’ye baktığımızda 1. Dünya Savaşı ve Mütareke gibi yoğun savaş dönemlerinden silahlanmaya ve orduya daha da çok yatırım yapma kararı alarak çıkan bir ülke ile karşılaşıyoruz. Japonya’da 2. Dünya Savaşı sonrası ters istikamette gelişimlerin olması halkın isteğinden çok Amerikan yaptırımlarını düşündürtüyor. Bu yüzden de silahsızlandırma politikasına  şüpheyle bakmak ve ne tür tarihsel gelişmeler sonucu bu noktaya gelindiğini anlamak gerekir. Sonuçta bugünün en mütecaviz ülkelerinden olan ABD’nin benzer bir silahsızlanma ve anti-militarist politikayı pratikte uygulanır hale henüz getiremediğini görüyoruz. Amerika bugün de benzer şekillerde ülkeleri  silahsızlanmaya, kimyasal ve biyolojik silahlarını yok etmeye çağırırken gerek Amerikan ordusunun gerek de Amerikan halkının silaha olan yakınlığı, ABD’nin uluslararası silah ticaretindeki rolü aşikar değil mi?

Nitekim Kore Savaşı ve Uzak Doğu’da komünist hareketlenmeler sonucu 10 yıl önce Japonya’yı silahsızlanmaya zorlayan Amerika bu sefer ironik olarak Japonya’nın tekrar silahlanmasını ve komünizme karşı güçlenmesini istemeye başladı. İmparator da Japonya’nın Soğuk Savaş boyunca  Çin, Rusya, Kuzey Kore ve Vietnam gibi komünizm tehdidi olan bölgelere karşı anti-komünist bir tavır sergilediği sürece Amerikan güvencesi altında kalacağını ümit ediyordu.

Bir çeşit Amerikan politikası olarak başlayan silahsızlandırmanın Japonya’da halkın çoğunluğu tarafından benimsenen anti-militarist bir tavra dönüştüğü düşünülebilir. Japonya’da orduya milli gelirin sadece yüzde birinin  harcanıyor olmasını halkın çoğunluğunun desteklemesine rağmen milliyetçi güçler ve zaman içerisinde değişen Amerikan politikalarının yankıları Japonya’nın militer masraflarının tekrardan artmasına sebebiyet vermiştir.

Konumuza geri dönecek olursak, “inkilapların” gerçekleştirildiği dönemde Samuray kültürüne ve imparatorluğa dair bilgiler de mümkün olduğunca okul kitaplarından uzak tutuldu: çocuklar demokrasiyi öğrenmeliydi. Yasaklananlar arasında savaş sanatları ve kibuki tiyatrosu da var. İmparatorun yarı ilahi kimliğinin feshedilmesi ve devlet Şintoizminin yasaklanması ise Japon halkının inançlarına büyük bir sekte vurdu.. Ekonomik olarak feodal sistemin tamamen yok edilmesine önem verildi. Tekeller parçalandı, aristokratik aileler topraklarından ve zenginliklerinden men edildi. Zira Soğuk Savaş’ın başlamasıyla, zenginliklerin halka dağıtılması tarzı reformlara Amerika kuşkuyla bakar hale geldi çünkü Japonya’nın komünizme kaymasından korkuyordu.

Amerika’nın bugün de severek icra ettiği “özgürleştirici, demokratikleştirici, kurtarıcı” rolünü Japonya sınırları içerisinde uygulamaya koyduğu bir dönem anlayacağınız. Bazıları tarafından uyumlu bir modernleşme süreci olarak görülen, Japonların Amerikalılara duyduğu “minnet” anlatılarıyla desteklenen bu sürecin samimiyetini sorgulamak, olaylara bir de sömürgecilik/çıkar söylemi üzerinden bakmak lazım. Zira yukarıdaki anlatıda Japon halkının bu gelişmeleri nasıl karşıladığını, Amerikan işgaline ne tarz tepkiler verdiğini, gelenekler ile üstten inme “inkilaplar” arasında ne tarz çatışmalar yaşandığını göremedik. Bu konuya da bir sonraki yazıda elimden geldiğince değinmeye çalışacağımı belirterek arkası yarın diyorum..

Kaynaklar:

Japan After World War II

Hirohito and the Making of Modern Japan

Showa Period: American Occupation of Japan

Joachim Zelter, Amerika Mektupları, çev. Regaip Minareci (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007)

Akademi hakkında ciddi sorgulamalara gittiğim bir dönemde, Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Serisinden çıkan Amerika Mektupları kitabı bana ilaç gibi geldi. Zelter bu kitapta kapitalizm/modernite/endüstriyelleşmeden kültürel yozlaşmaya birçok şeyin eleştirisini yapıyor ama beni en çok etkileyen kısmı akademiyi, profesörleri, üniversite bürokrasisini, entelektüelleri, içinden çıkılmaz post-modern söylemleri ve akademik düzen için “elzem” görülen hiyerarşik yapılanmayı tiye alıp hikâyenin sonlarına doğru absürdün zirvelerine çıkartıp bir nevi anlamsızlaştırması oldu. Uzun zamandır bir kitabı okurken böyle içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kitap hala İngilizceye çevrilmediği halde Türkçe çevirisinin bulunması ise bir lütuf.. Türkiye okuyucusu tarafından pek tanınan bir yazar olduğu söylenemez Zelter’in ama Ayrıntı yayınlarının kampanyası kapsamında bu kitabın 3 liraya satılıyor olması popülerliğini artırabilir belki. Kitap hakkında biraz ayrıntılı yazdım, bazıları için “spoiler” niteliği taşıyabilir ama inanın ki kitap birçok şey hakkında olduğu ve sıradan hikayeler gibi tek bir aksiyon çizgisinin üzerinde ilerlemediği için burada yazdıklarımın romanın büyüsünü bozacağını sanmıyorum.

Kitap, anlatıcının hocasının odasında asılı duran ve kendi çizimi olduğunu ileri sürdüğü bir “Ortacağ, Dünya Bilgi Haritası”nın tasviriyle açılıyor. Sırf bu haritanın tasviri bile Zelter’in komik unsurları sadelikle ve soğukkanlılıkla okuyucuya iletme konusundaki zekâsına hayran bıraktı beni. Bu harita evrenin hiyerarşik yapılanmasını ve bu yapılanma içerisinde akademin konumunu betimlemektedir: en üstte Tanrı, yedi gökyüzü ve gezegenlerden sonra üniversite konumlandırılmıştır ve çeşitli ayrıntılarla renklendirilmiş harita, unvanlarına göre derecelendirilmiş profesörlerden yüksek lisans asistanlarına ve zavallı sıradan lisans öğrencilerine, en altta da okul çalışanlarına dek uzanır. Aslında bu harita tamamen anlatıcının zihnindedir ve etraftakilerin üniversitede okumanın “anlamsızlığına ve gereksizliğine” dair sarf ettikleri sözcüklere açıklama getirebilmek amacıyla uydurulmuştur. “Üniversitede ne okuyor? Bu ne şimdi? Ne işe yarar? Hiçbir şeye! Bu nedenle aile toplantılarında dünya bilgi haritasını açıp, üniversitenin ayrı bir dünya olduğunu ve bu dünyada neler başardığımı onlara anlatıyordum.”[1]

Bir gün doktora danışmanı ile yaptığı görüşme sırasında profesörün onu zorla Amerika’ya göndermek istediğini öğrenir. Bu konuda düşünmesine fırsat bile kalmadan profesör onun yolunu çizmiştir: Amerika’ya gitmesi kariyeri açısından çok önemlidir, Amerika başka hiçbir ülkenin sağlayamayacağı fırsatları onun ayağına serecektir. Bu görüşmeden sonra anlatıcıya Amerika’dan birtakım imzasız mektuplar gelmeye başlar. İlk başta sıradan bilgilendirme mektupları gibi görünen bu yazılar daha sonra kimliği belli olmayan birinin gönderdiği ve kendi Amerika hikâyesini anlattığı e-postalara dönüşür. Bu e-postalar aracılığıyla asıl hikâye içinde başka bir hikâyeye doğru çekiliriz ve anlatıcının da gitmek üzere hazırlandığı o ünlü Amerikan üniversitesinde daha önce bulunmuş olan şahsın gerçeküstü ve karanlık hikâyelerini dinlemeye başlarız. Amerikan kültürüne yönelik bütün eleştirilerini sıralamaya başlar bundan sonra yazarımız. Aşırı endüstriyelleşme sonucu betonlaşmış ve doğal öğelerin yok olduğu sıkıcı bir şehirde yaşamanın getirdiği kısıtlılık, İngiliz ile Amerikan İngilizcesi arasındaki farklılıkların yarattığı trajikomik sorunlar, Amerikan eğitim sisteminin dil eğitimine yönelik tutumu, üniversitelerin hayattan kopartılmış/izole edilmiş fildişi kuleler haline getirilmesi, post-modern söylemlerin zıvanadan çıktığı durumlar, Amerikalıların aşk kavramı, bir Avrupalı olarak Amerika’da anlaşılamama/uyum sağlayamama durumu, magazin dünyası… Hepsi Zelter’in elinde abzürdün egemen olduğu, saçmalığın hat safhaya ulaştığı bir karabasana dönüşüyor ve okuyucuyu da içine çekiyor bu anlaşılmaz karabasan. Olaylar ve kişiler birbirine dönüşüyor ve karışıyorlar. Dikkatli okuyucular için bu karabasanlardan çıkartılacak birçok satirik öğe vardır. İşin komik tarafı da roman boyunca bunca saçma öğeyi gerek Zelter’in karakterlerinin gerek de okuyucunun büyük bir soğukkanlılıkla  ele almaktan ve bütün olanlardan anlam çıkarmaya çalışmaktan vazgeçmemesi..

Bu üniversitedeki herkesin Schwartz isimli gizemli bir profesöre olan takıntılı hayranlığından, gerek öğrencilerin gerek diğer profesörlerin onun her dediğini sorgusuz sualsiz kabul etme eğiliminden bahseder anlatıcı. Bu tanrısal Schwartz karakteri “Felsefenin Parmağı Hakkında” isimli bir tez yazmıştır ve gerek bu tezin içeriği gerekse de karakterin kimliği hikâyenin sonuna kadar önemini ve gizemini korur; kitabın sonunda ise kafa karışıklığı ve kimlik karmaşası ile bezenmiş, her an patlamaya hazır bir bomba olan absürd anlatının zirvesine oturur Schwartz. Gerçekten Schwartz diye biri var mıdır yoksa kendisi bir hayal ürünü, post-modern bir ideal, metnin arkasına saklanmış/metin dışında var olamayan bir yazar imgesi midir? Kanımca  Zelter, Schwartz tiplemesiyle post-modern edebiyat kuramlarında sıklıkla bahsi geçen “yazarın ölümü” kavramını aktarmak istemiş olabilir. Görülemeyen, tam anlamıyla bilinemeyen, kendi yarattığı dil hapishanesine/kulesine hapsolmuş, kendini sadece metinleriyle ifade edebilen bir varlık belki de Schwartz… Bunun yorumu okuyucuya kalmış.

Kitabın en sevdiğim sahnesi/karakteri üniversitenin bahçesinde yağmur çamur, rüzgar soğuk demeden hasta oluncaya kadar anlatıcının “telefon rehberi” zannettiği bir listeden birtakım insanların isimlerini sabah akşam okuyan kadın oldu.. Kadın 1944’te Auschwitz’de hayatını kaybeden insanların isimlerini okuyordu herkesin unutkanlığına meydan okuyarak.

Son zamanlarda okuduğum hem en eğlenceli hem de en yoğun metinlerden biri diyebilirim. 143 sayfalık kafa karıştırıcı bir dil çıkmazı…

“Her etik sadece belli bir dil yarasının, yüksek sesle söz alan dil yarasının adıdır; bu dil yarası sözde tüm dünya adına konuşmaktadır, ama gerçekte sadece tüm dünyayı bu bir tek dil yarası için kullanmaktadır. Böylece her etik gürültü kopararak fark edilmemiş sayısız beden ve ceset üzerinden ilerleyişinin izinden basıp geçer; gözünde tek bir yaralanma vardır, o da gizli toplu mezarlara ait çizmelerinin altındaki çamurdur. Bir etiğin boyutu ve kapsamı arttıkça, dışında kalan insanların sayısı artar. Dünya tarihi, dil yaraları ve etiklerin sürekli tırmanışıdır: etik çığlıkları atan yaralanmalar ve yaralanmış etikler. Her büyük etiği ondan daha büyük bir katliam izler; her katliamı daha büyük etik ve böylece uzayıp gider, ta günümüze kadar… Kaçış yolu yoktur.”[2]


[1] s. 11

[2] s. 140

Hrant Dink ne kadar da umutluymuş her zaman, uzlaşmanın bir gün gerçekleşeceğine dair bu samimi inancına şaşırıyorum bazen. Nasıl bir dirayet sahibiymiş onca zorluğun arasında. Onun güvendiği kadar güvenebilseydim çocukların bir gün herhangi bir etnik grubun yanına “sorun” kelimesini getirmeden konuşacakları günlerin geleceğine.. Dillerin, kültürlerin, yaşamların özgürleşeceği, google’da “ermeni” kelimesini arattığımızda soykırım, sözde soykırım ve sorun kelimeleri dışında başka şeyler de görebileceğimiz günler.. Sırf Ermenice konuştuğunuz ya da öğrendiğiniz için bile size kah ithamkar kah alay edici kah da sorgulayıcı bakışların atılmadığı mesela..

Bir taraftan soykırım mı değil mi tartışması, belgeler, rakamlar; bir taraftan  Ermenistan’da Türk bayrağının yakılması ve buna gösterilen tepkiler; ülkelerin meclislerinde soykırım yasasının tartışılması; baskı yapan bir diyaspora; her taraftan propaganda; kapalı sınırlar ve iletişim yolları ve bugün Taksim’de gerçekleşen yas yürüyüşü.. Hangi gelişme iyi, umut verici bilemiyorum. Zira her gelişmeden sonra gerginlik yaratacak başka bir şey oluyor, başbakan çıkıyor Türkiye’deki göçmen Ermenileri tehdit edercesine düşüncesiz yorumlar yapıyor mesela. Mehter marşı eşliğinde ilerliyoruz, iki ileri bir geri (bir ileri iki geri de oluyor bazen)..

Hiçbirine yapacak yorum bulamıyorum, artık olayları mantıklı değerlendiremiyorum ben de çünkü en kötü hastalık olan şu umutsuzluğa kapıldım. Kafam o kadar karıştı ki bu olay çözülebilecek mi, bu gün bu coğrafyada yaşayan insanların yaşamlarında pratik değişimler olacak mı sözde kalan tartışmalardan çıkıp onu bilmek istiyorum. Sabitfikirler değişecek mi? Orta yol bulunabilecek mi? Hafızalar genişleyecek mi? Açılacak mı sınır mesela, tanışacak mı Ermenistan’dan gelen çocuklarla Türkiye’dekiler? 23.5 nisanı bulabilecekler mi?

Bu 24 nisan vesilesiyle peşin yargılarda bulunmak yerine bu “sorun” üzerine biraz daha okuyup, araştırsak, farklı düşünceleri dinlemeyi öğrensek, hemen militanlaşmasak da biraz daha düşünsek, diyalog yollarını azıcık genişletsek olmaz mı?

“Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması. Dilerim kimse de yaşamasın bu ikilemi bir daha. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın 24 Nisan’ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün nisanı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz. Ne 23 ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.”     HRANT DİNK

Ağaç yaşken eğilir demiş büyüklerimiz evvel zaman içinde. Şimdi kısa bir cerrahi operasyona maruz bırakalım bu atasözüni. Yaş ağaçtan kastedilen malum küçük çocuk, üzerine her türlü bilginin işlenmeye hazır olduğu bir tabula rasa, henüz olgunlaşmamış, ham olan. Burada asıl göze çarpan ve atasözüne anlam katan eğmek fiilidir. Eğmenin ne demek olduğunu hepimiz biliriz, biliriz de ne diye korkunç gelmez bu atasözü bize? TDK’ya göre eğmek şu anlamlara gelir:

1-Düz olan bir şeyi eğik duruma getirmek.

2-Sert olan bir cismi bükmek.

Eğmek fiilini içeren deyimler de boldur: baş eğmek, boyun eğmek, ağız eğmek gibi.

Bütün bunları bir arada ele aldığımda ne yaparsam yapayım eğmek fiiline olumlu bir anlam yükleyemiyorum. Doğal olarak bu kelimeden türemiş olan eğitmek fiiline de. Henüz büyümekte, gelişmekte, serpilmekte olan bir ağacın eğilip bükülmesi düşüncesi içimi sıkıyor. Sert yani kuvvetli olanın gücünü elinden almak, onu alaşağı etmek, ona boyun eğdirmek, kendi gerçekliğini kabul ettirmek o bilinçsize sonunda. Ağaçlar dallanıp budaklanmak, semaya doğru uzanmak, görüş açılarını genişletmek, yayılmak isterler. Eğilmiş bir agaç  yüzü toprağa dönük, yukarıdaki mavi gökyüzünün sadece gölgesinden haberdar, olasılıklarına ket vurulmuş, her defasında sınırları kendisine hatırlatılmış, dur denilmiş bir varlık.

Çocuklar için istediğimiz bu mu gerçekten? Eğitim kisvesi altında onları eğip bükmek, belirli ideolojilerin standartlarına uygun hale gelene kadar oyun hamuru gibi onları yoğurup durmak, o standartlara uymayı reddettikleri her noktada onlara sınırlarını hatırlatan cezalar vermek, dirençlerini kırmaya çalışmak mı? Bazı şeyler (örn. devlet ideolojileri!) insanların kafasına vura vura küçük yaşta öğretilir, çocuklar yıllar boyu okullar aracılığıyla endoktrine edilmeye devam edilir. Çocukken bu “eğitime” maruz kalmamış kesimleri zapt u rapta almak zor olabilir, devlet nezdinde onlara karşı şiddet uygulamak da mübahtır.

Eğilen ve eğen, eğiten ve eğitilen arasındaki bu gerilim Türkiye’deki eğitim sistemini göz önünde bulundurduğumda daha da çarpıcı bir hal alıyor. Bir çocuğu eğitmek onu özgürleştirmek, ufkunu açmak, kendi yolunu çizmesine yardımcı olmak demek değil de onu belirli şekillere sokma çabası olarak algılanıyorsa orada sorun var demektir. Zira ne kadar tabula rasa olursa olsunlar, çocuklar da tepkisiz, pasif, onlara her söyleneni kabul eden boynu bükük canlılar değildir. Tam tersine isyanları çok olur. Bu yüzden de çok cezalandırılırlar. Zaman içerisinde de susmayı öğrenir birçokları, eğilir boyunları..

Müzikal bilgimizin/yeteneğimizin bunca “eğik” kalmış olmasının sebebi de ilkokul ve hatta ortaokul boyunca repertuarımızın bilimum milli bayramlarda tek bir ağızdan söylenmesi arzu edilen monokrom, 1984-vari marşlar olabilir mi acaba? Herkesin beynine zorla işlenmiş olan bu marşların ezber sözleri yerine, başka şiirler, başka şarkılar, başka müzikler öğrenemez miydik? Bu kadar daraltılmak zorunda mıydı ufkumuz?  Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak kitabı çok güzel betimlenmiş bir parodiyle açılır: ilkokul çocuklarının cumhuriyet bayramı resitalleri, ezbere okunan şiirler, anlamadan sarf edilen sözler, hizaya/sıraya girmeler, yüksek sesle marş okumalar ve bizim zamanımızda bile ne kadar anlamını yitirmiş olursa olsun bu ezber resitalleri hala sergileme “mecburiyeti”. Müzik eğitimi endoktrinizasyona yardımcı olmadığı her noktada fuzuli bir mevzu olarak algılanmaya devam ettiği sürece bu milletin “hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. O damar çoktan kopmuş, her yer kan revan olmuş, bazen nasıl devam edebildiğimize şaşıp kalıveriyor insan..

23 Nisan Ağıtı:

Sanki her tarafta var bir huzur
Gibi kutlanmaya devam ediyor bu gün.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep kuşkuyla dolmalı insan.

İşte, bugün bir meclis kurulmuştu,
Sonra hemen padişah kovulmuştu.
Ne çok şeyler umulmuştu.
Ne çok şeyler de unutulmuştu.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep umutsuzluğa düşüyor insan.

Bugün, eğilen çocuklara bir armağan,
Bak tutsak olmuşuz sen artık inan.
Bugün yirmi üç Nisan,
Ne yapacağını şaşıyor insan.

*****************************************************

Peki ya bir türlü eğdirilemeyenler?

Onların da bayramı mı 23 nisan?

Esther Heboyan, İstanbul Yolcuları (Les Passagers d’Istanbul),çev. Sosi Dolanoğlu (Istanbul: Aras Yayıncılık, 2007)

Esther Heboyan 1955’te Harbiye’de Yester olarak dünyaya geldiği evinden 8 yaşında ayrıldı ve babasının sayacılık yaptığı Almanya’ya annesi ve kız kardeşiyle birlikte göç etti. Bu yolculukta kendisine o eski, tanıdık dünyadan eşlik eden tek şeyin Türkçe bir sözlük olduğunu belirtiyor Heboyan. Önce Almanya’da sonra Fransa’da ve daha ileriki yıllarda Amerika’da geçirdiği gurbet yıllarında bu sözlük ve Ermenice bir alfabe kitabı ona eşlik edecekti geride bıraktıklarının sessiz birer temsilcisi olarak. İçine girdiği yeni topluma uyum sağlayabilmek için Fransızcası’nı mükemmelleştirmesi ve bunun yanında İngilizce öğrenmesi şarttı. Bu süreçte Ermenice ve Türkçe gündelik yaşantısından uzaklaşıp, eski değerini yitirdi; ne İngilizce ne de Fransızca’ya bir türlü alışamamış olan annesinin ve babasının doğulu dillerinde kaldı. “İki dilden dört dile geçmiştik ve birbirimizi anlamak imkansız görünüyordu.”[1] Kitaba Türkçe olarak yazdığı önsözde en çok dil hasreti üzerinde duruyor Heboyan ve “dilden dile geçiş”leri sırasında bir nevi zaman aşımına uğrayan o doğulu dillerin anlattığı hikâyelere geri dönme isteğini belirtiyor. Ebeveynlerle gurbette yetişmiş yeni nesillerin arasına giren, geleneğin ve hafızanın sürdürülmesine ket vuran dil engellerini aşma; anne ve babasına kelimelerini geri verme; kendi geçmişine geri dönme, anıları yâd etme; göçmen, Ermeni ve doğulu kimliklerini sorgulama ve unutulmaya yüz tutmuş hikâyeleri kelimelere kazıma isteğinden ortaya çıkan bir kitap İstanbul Yolcuları.

Heboyan’ın öykülerindeki kahramanları ailesi ve komşuları oluşturuyor, bu karakterler gerçek hayattaki ailesi ve tanıdıklarıyla ne kadar örtüşüyor ne kadar hayal ürünü bilemiyorum. Ama yine de kitabı okurken Heboyan’ın kahramanlarını çok yakından tanıdığı hissine kapıldım, o kadar gerçekçi ve içtenler ki. O yüzden de kitabın otobiyografik nitelik taşıdığını düşünüyorum. Zira kitabın sonunda Heboyan ailesinin muhtelif siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp nostaljinin sadık kokusunu hissetmek mümkün. Yazar okuyana tanıdık gelecek sıradan hayatlar süren, hayattan beklentileri büyük hırslarla bezenmemiş insanların hikâyelerini belleğinin sayfalarından koparıp önümüze koyuyor. Fakirlikle, zorluklarla ve göçle çevrili hayatların umutları ve hayal kırıklıkları ve bu yaşamlarda özellikle kadınların karşılaştıkları güçlükler yavaş yavaş işliyor okuyanın zihnine. Özünde tanıdık olduğumuz hikayeler bu sefer de Hilda’yla, Ani’yle, Silva’yla anlam kazanıyor. Ve kitapla aynı ismi taşıyan son hikayede Avrupa’da bir Ermeni göçmen olarak maruz kaldığı ayrımcılıklar, dışlanma ve anlaşılamama hissiyatından bahsediyor Heboyan. (Özellikle de bir zamanlar Fransa’da kimlik kartı olmayan yabancıların hapse atılması, karma evliliklerin yasaklanması, otobüste yabancılarla yanyana oturmaya izin verilmemesi gibi politikalardan dem vuruyor yazar.) Yabancılaşma öyle bir raddeye geliyor ki isminden utanır hale geliyor Yester ve Esther oluyor anlamlı kılabilmek için ismini Avrupalılara. Fransızca’da telaffuz edilmeyen h harfinde saklı kalanların yaşamlarından bahseden öykülerin her biri içimi cız ettirdiyse de en çok “İstanbul Yolcuları” hikayesi – ya da haykırışı mı demeli?- etkiledi beni..

Bir de Arusyak Nine’nin hikayesi esir aldı zihnimi: “Sonuna kadar aşağılanmayla dolu bir hayat, zira Atina’da hastane yatağında yatarken, Ortodoks papazı kendi Kutsal Tanrısı ile Ermeni kadınının Allah Babası’nın bir tutulamayacağını göz önünde bulundurarak, son duasını yapmaya onu layık görmedi. Birtakım şehircilik sorunları veya başka mantıksız zorunlu tedbirler nedeniyle, kemikleri de Ortodoks şehir mezarlığından çıkarıldı.”[2]

Bir nevi boyun borcu bütün kitap, Heboyan’ın ailesini ve tanıdıklarının anılarını görünür kılabilmek için olduğu kadar göçmen bir kadın olarak bunca yıl yaban ellerde yadsınmış kendi gerçekliklerinin hatrına da dile getirmesi gereken..


[1] s. 11

[2] s. 26

“That’s because you’re only half-living. The other half is still untapped somewhere.” Haruki Murakami

Kategoriler

Arşiv

Diğer 6 aboneye katılın