You are currently browsing the monthly archive for Nisan 2010.

Yaban Koyununun İzinde küçük okuma grubumuzda gayet verimli bir tartışmaya zemin sağladı; bence Murakami’nin bütün kitapları bir okuma grubuyla okunmalı ve tartışılmalı. Konu Murakami olunca birçok farklı yorum mümkün ve kendi kendine işin içinden çıkamıyor bazen okuyucu. Hem başkasının farklı yorumlarını duydukça metnin zenginliğini kavrıyor insan ve zevkleniyor. En sevdiğim Murakami kitaplarından olmasa da okuma grubu sayesinde en severek tartıştığım Murakami kitaplarından oldu YKİ. Bu ve bundan sonraki yazılarda, YKİ hakkında yapacağım yorumların okuma grubumuzla yaptığımız tartışma etrafında şekillendiğini belirtmek istedim yazıya başlamadan.

Haruki Murakami’nin Yaban Koyununun İzinde kitabı üzerine bir yazı yazmak için oturunca fark ettim ki tek bir yazıyla yetinemeyeceğim. Ne benim Murakami hayranlığım, ne Japon toplumu hakkındaki cehaletim, ne de kitabın tartışmaya ve alegoriye açık içeriği buna izin vermeyecek görünüşe bakılırsa. Bu yüzden genel olarak Murakami’nin derdini ve özellikle de Yaban Koyununun İzinde‘yi anlamak amacıyla bir yazı dizisi yayımlamaya karar verdim. Murakami’nin hemen hemen her kitabında 2. Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunun, özellikle de kendisinin de parçası olduğu “baby-boomer” kuşağının sorunlarına değindiği bilinir. Anlatılarına hakim olan o meyus karanlığı anlayabilmek için bu kuşağın içine doğduğu ve büyüdüğü toplumsal koşullara bir göz atmak lazım gelir diye düşündüm. Bu cihetle de 2. Dünya Savaşı sonrası Japon-Amerikan ilişkileri ve modernleşme çabalarına dair küçük bir araştırma yaptım. Zira bu konu derya deniz.. Japon modernleşmesi  çok meşakatli bir konu, 19. yüzyıl Meiji dönemine, hatta 17. ve 18. yüzyıllara kadar uzanıyor.. O yüzden sadece savaş sonrası dönemden bahsetmeyi daha uygun gördüm.

***

Savaştan bitap bir halde çıkan Japonların büyük bir azimle ve beraberce çalışması sonucu kimsenin tahmin bile edemeyeceği kadar kısa bir sürede toparlanması mümkün oldu. Tarumar edilen şehirlerin nasıl bu kadar hızlı bir biçimde yeniden inşa edildiğine  şaşıp kalmamak mümkün değil. Bu süreçte Japonya komünizm karşıtı, savaş suçlusu oldukları halde yargılanmayan konservatif elitler tarafından yönetildi. İmparator Hirohito (1926-1989, Showa dönemi olarak anılır) bu elitlerin en mühimiydi kuşkusuz. Suçunu kabul etti ve General Douglas MacArthur’un da arabuluculuğu sayesinde idam edilmekten kurtularak, savaş sonrası dönemde Japon halkını birleştirici unsur olarak önderliğe devam etti. Büyük ihtimalle halkın tepkisini çekmekten korktuğu için MacArthur Hirohito’nun idamına sıcak bakmıyordu; halka ulaşmak için imparatora ihtiyacı vardı ve sembolik olarak imparatorun önemi çok büyüktü.

Hirohito 1947’de Amerikalıların elinden çıkan derme çatma anayasanın uygulamaya konmasını destekledi; böylece Japonya’da meşruti monarşi tesis edilmiş oldu. Bu dönemde Amerikalı General MacArthur Amerikan çıkarlarına uygun olan ve sonunda Amerikan demokrasisini Japonya’ya ithal edecek kararları ve adımları İmparator aracılığıyla uygulamaya koymuşa benziyor. Generale göre Japonya halen 12 yaşında bir çocuk gibiydi ve eğitilmeye ihtiyacı vardı.. Bu eğitim ise Japonya’ya merkezi bürokrasi, pasifist bakış açısı ve savaşta Japonya’nın mağdur edildiğine (agresif taraf olmadığına) dair inanışın yerleştirilmesini ve Japon milliyetçiliğinin minimuma indirilmesini içeriyordu. Japonya’ya demokrasi getirmeyi amaçladıklarını iddia eden Amerikalıların aslında yarattıkları merkezi bürokrasi aracılığıyla Japon hükümetini kontrol etme emelini güttüklerini söyleyebiliriz.

Savaşın bitiminden hemen sonra Japonya Amerikalılar tarafından işgal edildi ve yaklaşık 6 yıl boyunca da bu işgal devam etti. Japonya bağımsızlığını 1952’de kazandı. Bu süreçte Amerikalıların önderliğinde Japonya’da birçok “inkılâp” gerçekleştirildi: toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için adımlar atıldı, işçilerin greve gitmesi desteklendi, sendikalar kuruldu, basında sansür kalktıv (Amerika karşıtı ve solcu/komünist yayınlar yasaktı tabii ki), feodal sistem dağıtıldı, eğitim modernleşti vs. Samuray kültürüne dair birçok unsur da hafızalardan silinmeye çalışıldı: halk silahsızlanmaya yani Samuray kılıçlarını teslim etmeye zorlandı. Demokratikleşme ve barış yanlısı olma kisvesi altında gerçekleşen bu silahsızlandırma süreci sonunda Samuray kılıçları da Amerikalı koleksiyoncuların ellerine geçti. Japonya’nın egemen bir devlet olarak başka bir devlete savaş ilan etmesi de anayasa tarafından yasaklandı.

Silahsızlandırma hususunu yorumlayanlar arasında atom bombası gibi bir felaketle karşılaştıktan ve ağır yenilgiler aldıktan sonra Japon halkının savaştan da silahtan da nefret etmesinin normal olduğunu söyleyenler var zira bu nefretin “normal” ya da savaşın “doğal” bir sonucu olduğunu söylemek doğru olmaz. Özellikle Japonya gibi Samuray geleneğinden gelen ve savaşmanın onurlu bir mesele olarak görüldüğü bir ülkenin yenilgiyi kabullenmesi ve silahlarını yabancı bir güce teslim etmesi kolay olmamıştır. Türkiye’ye baktığımızda 1. Dünya Savaşı ve Mütareke gibi yoğun savaş dönemlerinden silahlanmaya ve orduya daha da çok yatırım yapma kararı alarak çıkan bir ülke ile karşılaşıyoruz. Japonya’da 2. Dünya Savaşı sonrası ters istikamette gelişimlerin olması halkın isteğinden çok Amerikan yaptırımlarını düşündürtüyor. Bu yüzden de silahsızlandırma politikasına  şüpheyle bakmak ve ne tür tarihsel gelişmeler sonucu bu noktaya gelindiğini anlamak gerekir. Sonuçta bugünün en mütecaviz ülkelerinden olan ABD’nin benzer bir silahsızlanma ve anti-militarist politikayı pratikte uygulanır hale henüz getiremediğini görüyoruz. Amerika bugün de benzer şekillerde ülkeleri  silahsızlanmaya, kimyasal ve biyolojik silahlarını yok etmeye çağırırken gerek Amerikan ordusunun gerek de Amerikan halkının silaha olan yakınlığı, ABD’nin uluslararası silah ticaretindeki rolü aşikar değil mi?

Nitekim Kore Savaşı ve Uzak Doğu’da komünist hareketlenmeler sonucu 10 yıl önce Japonya’yı silahsızlanmaya zorlayan Amerika bu sefer ironik olarak Japonya’nın tekrar silahlanmasını ve komünizme karşı güçlenmesini istemeye başladı. İmparator da Japonya’nın Soğuk Savaş boyunca  Çin, Rusya, Kuzey Kore ve Vietnam gibi komünizm tehdidi olan bölgelere karşı anti-komünist bir tavır sergilediği sürece Amerikan güvencesi altında kalacağını ümit ediyordu.

Bir çeşit Amerikan politikası olarak başlayan silahsızlandırmanın Japonya’da halkın çoğunluğu tarafından benimsenen anti-militarist bir tavra dönüştüğü düşünülebilir. Japonya’da orduya milli gelirin sadece yüzde birinin  harcanıyor olmasını halkın çoğunluğunun desteklemesine rağmen milliyetçi güçler ve zaman içerisinde değişen Amerikan politikalarının yankıları Japonya’nın militer masraflarının tekrardan artmasına sebebiyet vermiştir.

Konumuza geri dönecek olursak, “inkilapların” gerçekleştirildiği dönemde Samuray kültürüne ve imparatorluğa dair bilgiler de mümkün olduğunca okul kitaplarından uzak tutuldu: çocuklar demokrasiyi öğrenmeliydi. Yasaklananlar arasında savaş sanatları ve kibuki tiyatrosu da var. İmparatorun yarı ilahi kimliğinin feshedilmesi ve devlet Şintoizminin yasaklanması ise Japon halkının inançlarına büyük bir sekte vurdu.. Ekonomik olarak feodal sistemin tamamen yok edilmesine önem verildi. Tekeller parçalandı, aristokratik aileler topraklarından ve zenginliklerinden men edildi. Zira Soğuk Savaş’ın başlamasıyla, zenginliklerin halka dağıtılması tarzı reformlara Amerika kuşkuyla bakar hale geldi çünkü Japonya’nın komünizme kaymasından korkuyordu.

Amerika’nın bugün de severek icra ettiği “özgürleştirici, demokratikleştirici, kurtarıcı” rolünü Japonya sınırları içerisinde uygulamaya koyduğu bir dönem anlayacağınız. Bazıları tarafından uyumlu bir modernleşme süreci olarak görülen, Japonların Amerikalılara duyduğu “minnet” anlatılarıyla desteklenen bu sürecin samimiyetini sorgulamak, olaylara bir de sömürgecilik/çıkar söylemi üzerinden bakmak lazım. Zira yukarıdaki anlatıda Japon halkının bu gelişmeleri nasıl karşıladığını, Amerikan işgaline ne tarz tepkiler verdiğini, gelenekler ile üstten inme “inkilaplar” arasında ne tarz çatışmalar yaşandığını göremedik. Bu konuya da bir sonraki yazıda elimden geldiğince değinmeye çalışacağımı belirterek arkası yarın diyorum..

Kaynaklar:

Japan After World War II

Hirohito and the Making of Modern Japan

Showa Period: American Occupation of Japan

Joachim Zelter, Amerika Mektupları, çev. Regaip Minareci (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007)

Akademi hakkında ciddi sorgulamalara gittiğim bir dönemde, Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Serisinden çıkan Amerika Mektupları kitabı bana ilaç gibi geldi. Zelter bu kitapta kapitalizm/modernite/endüstriyelleşmeden kültürel yozlaşmaya birçok şeyin eleştirisini yapıyor ama beni en çok etkileyen kısmı akademiyi, profesörleri, üniversite bürokrasisini, entelektüelleri, içinden çıkılmaz post-modern söylemleri ve akademik düzen için “elzem” görülen hiyerarşik yapılanmayı tiye alıp hikâyenin sonlarına doğru absürdün zirvelerine çıkartıp bir nevi anlamsızlaştırması oldu. Uzun zamandır bir kitabı okurken böyle içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kitap hala İngilizceye çevrilmediği halde Türkçe çevirisinin bulunması ise bir lütuf.. Türkiye okuyucusu tarafından pek tanınan bir yazar olduğu söylenemez Zelter’in ama Ayrıntı yayınlarının kampanyası kapsamında bu kitabın 3 liraya satılıyor olması popülerliğini artırabilir belki. Kitap hakkında biraz ayrıntılı yazdım, bazıları için “spoiler” niteliği taşıyabilir ama inanın ki kitap birçok şey hakkında olduğu ve sıradan hikayeler gibi tek bir aksiyon çizgisinin üzerinde ilerlemediği için burada yazdıklarımın romanın büyüsünü bozacağını sanmıyorum.

Kitap, anlatıcının hocasının odasında asılı duran ve kendi çizimi olduğunu ileri sürdüğü bir “Ortacağ, Dünya Bilgi Haritası”nın tasviriyle açılıyor. Sırf bu haritanın tasviri bile Zelter’in komik unsurları sadelikle ve soğukkanlılıkla okuyucuya iletme konusundaki zekâsına hayran bıraktı beni. Bu harita evrenin hiyerarşik yapılanmasını ve bu yapılanma içerisinde akademin konumunu betimlemektedir: en üstte Tanrı, yedi gökyüzü ve gezegenlerden sonra üniversite konumlandırılmıştır ve çeşitli ayrıntılarla renklendirilmiş harita, unvanlarına göre derecelendirilmiş profesörlerden yüksek lisans asistanlarına ve zavallı sıradan lisans öğrencilerine, en altta da okul çalışanlarına dek uzanır. Aslında bu harita tamamen anlatıcının zihnindedir ve etraftakilerin üniversitede okumanın “anlamsızlığına ve gereksizliğine” dair sarf ettikleri sözcüklere açıklama getirebilmek amacıyla uydurulmuştur. “Üniversitede ne okuyor? Bu ne şimdi? Ne işe yarar? Hiçbir şeye! Bu nedenle aile toplantılarında dünya bilgi haritasını açıp, üniversitenin ayrı bir dünya olduğunu ve bu dünyada neler başardığımı onlara anlatıyordum.”[1]

Bir gün doktora danışmanı ile yaptığı görüşme sırasında profesörün onu zorla Amerika’ya göndermek istediğini öğrenir. Bu konuda düşünmesine fırsat bile kalmadan profesör onun yolunu çizmiştir: Amerika’ya gitmesi kariyeri açısından çok önemlidir, Amerika başka hiçbir ülkenin sağlayamayacağı fırsatları onun ayağına serecektir. Bu görüşmeden sonra anlatıcıya Amerika’dan birtakım imzasız mektuplar gelmeye başlar. İlk başta sıradan bilgilendirme mektupları gibi görünen bu yazılar daha sonra kimliği belli olmayan birinin gönderdiği ve kendi Amerika hikâyesini anlattığı e-postalara dönüşür. Bu e-postalar aracılığıyla asıl hikâye içinde başka bir hikâyeye doğru çekiliriz ve anlatıcının da gitmek üzere hazırlandığı o ünlü Amerikan üniversitesinde daha önce bulunmuş olan şahsın gerçeküstü ve karanlık hikâyelerini dinlemeye başlarız. Amerikan kültürüne yönelik bütün eleştirilerini sıralamaya başlar bundan sonra yazarımız. Aşırı endüstriyelleşme sonucu betonlaşmış ve doğal öğelerin yok olduğu sıkıcı bir şehirde yaşamanın getirdiği kısıtlılık, İngiliz ile Amerikan İngilizcesi arasındaki farklılıkların yarattığı trajikomik sorunlar, Amerikan eğitim sisteminin dil eğitimine yönelik tutumu, üniversitelerin hayattan kopartılmış/izole edilmiş fildişi kuleler haline getirilmesi, post-modern söylemlerin zıvanadan çıktığı durumlar, Amerikalıların aşk kavramı, bir Avrupalı olarak Amerika’da anlaşılamama/uyum sağlayamama durumu, magazin dünyası… Hepsi Zelter’in elinde abzürdün egemen olduğu, saçmalığın hat safhaya ulaştığı bir karabasana dönüşüyor ve okuyucuyu da içine çekiyor bu anlaşılmaz karabasan. Olaylar ve kişiler birbirine dönüşüyor ve karışıyorlar. Dikkatli okuyucular için bu karabasanlardan çıkartılacak birçok satirik öğe vardır. İşin komik tarafı da roman boyunca bunca saçma öğeyi gerek Zelter’in karakterlerinin gerek de okuyucunun büyük bir soğukkanlılıkla  ele almaktan ve bütün olanlardan anlam çıkarmaya çalışmaktan vazgeçmemesi..

Bu üniversitedeki herkesin Schwartz isimli gizemli bir profesöre olan takıntılı hayranlığından, gerek öğrencilerin gerek diğer profesörlerin onun her dediğini sorgusuz sualsiz kabul etme eğiliminden bahseder anlatıcı. Bu tanrısal Schwartz karakteri “Felsefenin Parmağı Hakkında” isimli bir tez yazmıştır ve gerek bu tezin içeriği gerekse de karakterin kimliği hikâyenin sonuna kadar önemini ve gizemini korur; kitabın sonunda ise kafa karışıklığı ve kimlik karmaşası ile bezenmiş, her an patlamaya hazır bir bomba olan absürd anlatının zirvesine oturur Schwartz. Gerçekten Schwartz diye biri var mıdır yoksa kendisi bir hayal ürünü, post-modern bir ideal, metnin arkasına saklanmış/metin dışında var olamayan bir yazar imgesi midir? Kanımca  Zelter, Schwartz tiplemesiyle post-modern edebiyat kuramlarında sıklıkla bahsi geçen “yazarın ölümü” kavramını aktarmak istemiş olabilir. Görülemeyen, tam anlamıyla bilinemeyen, kendi yarattığı dil hapishanesine/kulesine hapsolmuş, kendini sadece metinleriyle ifade edebilen bir varlık belki de Schwartz… Bunun yorumu okuyucuya kalmış.

Kitabın en sevdiğim sahnesi/karakteri üniversitenin bahçesinde yağmur çamur, rüzgar soğuk demeden hasta oluncaya kadar anlatıcının “telefon rehberi” zannettiği bir listeden birtakım insanların isimlerini sabah akşam okuyan kadın oldu.. Kadın 1944’te Auschwitz’de hayatını kaybeden insanların isimlerini okuyordu herkesin unutkanlığına meydan okuyarak.

Son zamanlarda okuduğum hem en eğlenceli hem de en yoğun metinlerden biri diyebilirim. 143 sayfalık kafa karıştırıcı bir dil çıkmazı…

“Her etik sadece belli bir dil yarasının, yüksek sesle söz alan dil yarasının adıdır; bu dil yarası sözde tüm dünya adına konuşmaktadır, ama gerçekte sadece tüm dünyayı bu bir tek dil yarası için kullanmaktadır. Böylece her etik gürültü kopararak fark edilmemiş sayısız beden ve ceset üzerinden ilerleyişinin izinden basıp geçer; gözünde tek bir yaralanma vardır, o da gizli toplu mezarlara ait çizmelerinin altındaki çamurdur. Bir etiğin boyutu ve kapsamı arttıkça, dışında kalan insanların sayısı artar. Dünya tarihi, dil yaraları ve etiklerin sürekli tırmanışıdır: etik çığlıkları atan yaralanmalar ve yaralanmış etikler. Her büyük etiği ondan daha büyük bir katliam izler; her katliamı daha büyük etik ve böylece uzayıp gider, ta günümüze kadar… Kaçış yolu yoktur.”[2]


[1] s. 11

[2] s. 140

Hrant Dink ne kadar da umutluymuş her zaman, uzlaşmanın bir gün gerçekleşeceğine dair bu samimi inancına şaşırıyorum bazen. Nasıl bir dirayet sahibiymiş onca zorluğun arasında. Onun güvendiği kadar güvenebilseydim çocukların bir gün herhangi bir etnik grubun yanına “sorun” kelimesini getirmeden konuşacakları günlerin geleceğine.. Dillerin, kültürlerin, yaşamların özgürleşeceği, google’da “ermeni” kelimesini arattığımızda soykırım, sözde soykırım ve sorun kelimeleri dışında başka şeyler de görebileceğimiz günler.. Sırf Ermenice konuştuğunuz ya da öğrendiğiniz için bile size kah ithamkar kah alay edici kah da sorgulayıcı bakışların atılmadığı mesela..

Bir taraftan soykırım mı değil mi tartışması, belgeler, rakamlar; bir taraftan  Ermenistan’da Türk bayrağının yakılması ve buna gösterilen tepkiler; ülkelerin meclislerinde soykırım yasasının tartışılması; baskı yapan bir diyaspora; her taraftan propaganda; kapalı sınırlar ve iletişim yolları ve bugün Taksim’de gerçekleşen yas yürüyüşü.. Hangi gelişme iyi, umut verici bilemiyorum. Zira her gelişmeden sonra gerginlik yaratacak başka bir şey oluyor, başbakan çıkıyor Türkiye’deki göçmen Ermenileri tehdit edercesine düşüncesiz yorumlar yapıyor mesela. Mehter marşı eşliğinde ilerliyoruz, iki ileri bir geri (bir ileri iki geri de oluyor bazen)..

Hiçbirine yapacak yorum bulamıyorum, artık olayları mantıklı değerlendiremiyorum ben de çünkü en kötü hastalık olan şu umutsuzluğa kapıldım. Kafam o kadar karıştı ki bu olay çözülebilecek mi, bu gün bu coğrafyada yaşayan insanların yaşamlarında pratik değişimler olacak mı sözde kalan tartışmalardan çıkıp onu bilmek istiyorum. Sabitfikirler değişecek mi? Orta yol bulunabilecek mi? Hafızalar genişleyecek mi? Açılacak mı sınır mesela, tanışacak mı Ermenistan’dan gelen çocuklarla Türkiye’dekiler? 23.5 nisanı bulabilecekler mi?

Bu 24 nisan vesilesiyle peşin yargılarda bulunmak yerine bu “sorun” üzerine biraz daha okuyup, araştırsak, farklı düşünceleri dinlemeyi öğrensek, hemen militanlaşmasak da biraz daha düşünsek, diyalog yollarını azıcık genişletsek olmaz mı?

“Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması. Dilerim kimse de yaşamasın bu ikilemi bir daha. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın 24 Nisan’ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün nisanı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz. Ne 23 ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.”     HRANT DİNK

Ağaç yaşken eğilir demiş büyüklerimiz evvel zaman içinde. Şimdi kısa bir cerrahi operasyona maruz bırakalım bu atasözüni. Yaş ağaçtan kastedilen malum küçük çocuk, üzerine her türlü bilginin işlenmeye hazır olduğu bir tabula rasa, henüz olgunlaşmamış, ham olan. Burada asıl göze çarpan ve atasözüne anlam katan eğmek fiilidir. Eğmenin ne demek olduğunu hepimiz biliriz, biliriz de ne diye korkunç gelmez bu atasözü bize? TDK’ya göre eğmek şu anlamlara gelir:

1-Düz olan bir şeyi eğik duruma getirmek.

2-Sert olan bir cismi bükmek.

Eğmek fiilini içeren deyimler de boldur: baş eğmek, boyun eğmek, ağız eğmek gibi.

Bütün bunları bir arada ele aldığımda ne yaparsam yapayım eğmek fiiline olumlu bir anlam yükleyemiyorum. Doğal olarak bu kelimeden türemiş olan eğitmek fiiline de. Henüz büyümekte, gelişmekte, serpilmekte olan bir ağacın eğilip bükülmesi düşüncesi içimi sıkıyor. Sert yani kuvvetli olanın gücünü elinden almak, onu alaşağı etmek, ona boyun eğdirmek, kendi gerçekliğini kabul ettirmek o bilinçsize sonunda. Ağaçlar dallanıp budaklanmak, semaya doğru uzanmak, görüş açılarını genişletmek, yayılmak isterler. Eğilmiş bir agaç  yüzü toprağa dönük, yukarıdaki mavi gökyüzünün sadece gölgesinden haberdar, olasılıklarına ket vurulmuş, her defasında sınırları kendisine hatırlatılmış, dur denilmiş bir varlık.

Çocuklar için istediğimiz bu mu gerçekten? Eğitim kisvesi altında onları eğip bükmek, belirli ideolojilerin standartlarına uygun hale gelene kadar oyun hamuru gibi onları yoğurup durmak, o standartlara uymayı reddettikleri her noktada onlara sınırlarını hatırlatan cezalar vermek, dirençlerini kırmaya çalışmak mı? Bazı şeyler (örn. devlet ideolojileri!) insanların kafasına vura vura küçük yaşta öğretilir, çocuklar yıllar boyu okullar aracılığıyla endoktrine edilmeye devam edilir. Çocukken bu “eğitime” maruz kalmamış kesimleri zapt u rapta almak zor olabilir, devlet nezdinde onlara karşı şiddet uygulamak da mübahtır.

Eğilen ve eğen, eğiten ve eğitilen arasındaki bu gerilim Türkiye’deki eğitim sistemini göz önünde bulundurduğumda daha da çarpıcı bir hal alıyor. Bir çocuğu eğitmek onu özgürleştirmek, ufkunu açmak, kendi yolunu çizmesine yardımcı olmak demek değil de onu belirli şekillere sokma çabası olarak algılanıyorsa orada sorun var demektir. Zira ne kadar tabula rasa olursa olsunlar, çocuklar da tepkisiz, pasif, onlara her söyleneni kabul eden boynu bükük canlılar değildir. Tam tersine isyanları çok olur. Bu yüzden de çok cezalandırılırlar. Zaman içerisinde de susmayı öğrenir birçokları, eğilir boyunları..

Müzikal bilgimizin/yeteneğimizin bunca “eğik” kalmış olmasının sebebi de ilkokul ve hatta ortaokul boyunca repertuarımızın bilimum milli bayramlarda tek bir ağızdan söylenmesi arzu edilen monokrom, 1984-vari marşlar olabilir mi acaba? Herkesin beynine zorla işlenmiş olan bu marşların ezber sözleri yerine, başka şiirler, başka şarkılar, başka müzikler öğrenemez miydik? Bu kadar daraltılmak zorunda mıydı ufkumuz?  Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak kitabı çok güzel betimlenmiş bir parodiyle açılır: ilkokul çocuklarının cumhuriyet bayramı resitalleri, ezbere okunan şiirler, anlamadan sarf edilen sözler, hizaya/sıraya girmeler, yüksek sesle marş okumalar ve bizim zamanımızda bile ne kadar anlamını yitirmiş olursa olsun bu ezber resitalleri hala sergileme “mecburiyeti”. Müzik eğitimi endoktrinizasyona yardımcı olmadığı her noktada fuzuli bir mevzu olarak algılanmaya devam ettiği sürece bu milletin “hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. O damar çoktan kopmuş, her yer kan revan olmuş, bazen nasıl devam edebildiğimize şaşıp kalıveriyor insan..

23 Nisan Ağıtı:

Sanki her tarafta var bir huzur
Gibi kutlanmaya devam ediyor bu gün.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep kuşkuyla dolmalı insan.

İşte, bugün bir meclis kurulmuştu,
Sonra hemen padişah kovulmuştu.
Ne çok şeyler umulmuştu.
Ne çok şeyler de unutulmuştu.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep umutsuzluğa düşüyor insan.

Bugün, eğilen çocuklara bir armağan,
Bak tutsak olmuşuz sen artık inan.
Bugün yirmi üç Nisan,
Ne yapacağını şaşıyor insan.

*****************************************************

Peki ya bir türlü eğdirilemeyenler?

Onların da bayramı mı 23 nisan?

Esther Heboyan, İstanbul Yolcuları (Les Passagers d’Istanbul),çev. Sosi Dolanoğlu (Istanbul: Aras Yayıncılık, 2007)

Esther Heboyan 1955’te Harbiye’de Yester olarak dünyaya geldiği evinden 8 yaşında ayrıldı ve babasının sayacılık yaptığı Almanya’ya annesi ve kız kardeşiyle birlikte göç etti. Bu yolculukta kendisine o eski, tanıdık dünyadan eşlik eden tek şeyin Türkçe bir sözlük olduğunu belirtiyor Heboyan. Önce Almanya’da sonra Fransa’da ve daha ileriki yıllarda Amerika’da geçirdiği gurbet yıllarında bu sözlük ve Ermenice bir alfabe kitabı ona eşlik edecekti geride bıraktıklarının sessiz birer temsilcisi olarak. İçine girdiği yeni topluma uyum sağlayabilmek için Fransızcası’nı mükemmelleştirmesi ve bunun yanında İngilizce öğrenmesi şarttı. Bu süreçte Ermenice ve Türkçe gündelik yaşantısından uzaklaşıp, eski değerini yitirdi; ne İngilizce ne de Fransızca’ya bir türlü alışamamış olan annesinin ve babasının doğulu dillerinde kaldı. “İki dilden dört dile geçmiştik ve birbirimizi anlamak imkansız görünüyordu.”[1] Kitaba Türkçe olarak yazdığı önsözde en çok dil hasreti üzerinde duruyor Heboyan ve “dilden dile geçiş”leri sırasında bir nevi zaman aşımına uğrayan o doğulu dillerin anlattığı hikâyelere geri dönme isteğini belirtiyor. Ebeveynlerle gurbette yetişmiş yeni nesillerin arasına giren, geleneğin ve hafızanın sürdürülmesine ket vuran dil engellerini aşma; anne ve babasına kelimelerini geri verme; kendi geçmişine geri dönme, anıları yâd etme; göçmen, Ermeni ve doğulu kimliklerini sorgulama ve unutulmaya yüz tutmuş hikâyeleri kelimelere kazıma isteğinden ortaya çıkan bir kitap İstanbul Yolcuları.

Heboyan’ın öykülerindeki kahramanları ailesi ve komşuları oluşturuyor, bu karakterler gerçek hayattaki ailesi ve tanıdıklarıyla ne kadar örtüşüyor ne kadar hayal ürünü bilemiyorum. Ama yine de kitabı okurken Heboyan’ın kahramanlarını çok yakından tanıdığı hissine kapıldım, o kadar gerçekçi ve içtenler ki. O yüzden de kitabın otobiyografik nitelik taşıdığını düşünüyorum. Zira kitabın sonunda Heboyan ailesinin muhtelif siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp nostaljinin sadık kokusunu hissetmek mümkün. Yazar okuyana tanıdık gelecek sıradan hayatlar süren, hayattan beklentileri büyük hırslarla bezenmemiş insanların hikâyelerini belleğinin sayfalarından koparıp önümüze koyuyor. Fakirlikle, zorluklarla ve göçle çevrili hayatların umutları ve hayal kırıklıkları ve bu yaşamlarda özellikle kadınların karşılaştıkları güçlükler yavaş yavaş işliyor okuyanın zihnine. Özünde tanıdık olduğumuz hikayeler bu sefer de Hilda’yla, Ani’yle, Silva’yla anlam kazanıyor. Ve kitapla aynı ismi taşıyan son hikayede Avrupa’da bir Ermeni göçmen olarak maruz kaldığı ayrımcılıklar, dışlanma ve anlaşılamama hissiyatından bahsediyor Heboyan. (Özellikle de bir zamanlar Fransa’da kimlik kartı olmayan yabancıların hapse atılması, karma evliliklerin yasaklanması, otobüste yabancılarla yanyana oturmaya izin verilmemesi gibi politikalardan dem vuruyor yazar.) Yabancılaşma öyle bir raddeye geliyor ki isminden utanır hale geliyor Yester ve Esther oluyor anlamlı kılabilmek için ismini Avrupalılara. Fransızca’da telaffuz edilmeyen h harfinde saklı kalanların yaşamlarından bahseden öykülerin her biri içimi cız ettirdiyse de en çok “İstanbul Yolcuları” hikayesi – ya da haykırışı mı demeli?- etkiledi beni..

Bir de Arusyak Nine’nin hikayesi esir aldı zihnimi: “Sonuna kadar aşağılanmayla dolu bir hayat, zira Atina’da hastane yatağında yatarken, Ortodoks papazı kendi Kutsal Tanrısı ile Ermeni kadınının Allah Babası’nın bir tutulamayacağını göz önünde bulundurarak, son duasını yapmaya onu layık görmedi. Birtakım şehircilik sorunları veya başka mantıksız zorunlu tedbirler nedeniyle, kemikleri de Ortodoks şehir mezarlığından çıkarıldı.”[2]

Bir nevi boyun borcu bütün kitap, Heboyan’ın ailesini ve tanıdıklarının anılarını görünür kılabilmek için olduğu kadar göçmen bir kadın olarak bunca yıl yaban ellerde yadsınmış kendi gerçekliklerinin hatrına da dile getirmesi gereken..


[1] s. 11

[2] s. 26

“That’s because you’re only half-living. The other half is still untapped somewhere.” Haruki Murakami

Kategoriler

Arşiv

Diğer 6 aboneye katılın